13 Ağustos 2012 Pazartesi

Eriyen Beşiktaş Antolojisi-3

Şu ana kadar Galatasaray ve Fenerbahçe’nin yaptığı transfer harcamaları Süper Lig’in transfer harcamalarının %64’ü. Kabaca 3 birim para harcanıyorsa, 1’ini Galatasaray, 1’ini Fenerbahçe 1’ini diğerleri harcıyor. Maaş, prim, havuzlu villa, son model spor araba, sigorta, akbil… püsür giderlerini eklediğimizde rakam 55 milyon avroya, oran %73’e dayanıyor. 2 kulüp geçen sezon (38 milyonu TFF’den olmak üzere) Digitürk’ün dağıttığı 643 milyon liranın 138 milyonuna kondular. Şampiyon Galatasaray yayın geliri olarak 71.4 milyon TL elde ederken, Süper Final'i 2. sırada bitiren Fenerbahçe 67.6 milyon TL yayın geliri kazandı.

Beşiktaş geçen sezon yayın gelirlerinden 50.1 milyon lira, Avrupa’dan 17 milyon lira kazandı. Eğer Avrupa Ligi’nde 3 sezon üstüste çeyrek final oynarsa Süper Lig şampiyonu kadar gelir elde edebilir, belki... Yukarıdaki rakamlarla Avrupa gelirlerini kıyasladığınızda mesaj açıktır: Avrupa’ya gitme, mümkünse ağustosta elen, ligde rahat ol. Futbolumuzun batıda yavaş yavaş sönmesinin sebeplerinden biri içerideki kolay parayı riske etme kaygısının büyük (gittikçe daha büyük) olmasıdır. Kısaca şişirilen yayın gelirleri Türk Futbolu için tembellik yarattı. Son 3 yılda Beşiktaş Avrupa’da Türk Futbolu’nun bayraktarlığını yapmak yerine evinde bekleseydi ligde daha iyi dereceler ve daha çok paralar kazanabilirdi. Öyle bir dönem ki Beşiktaş’ın en tutarlı başarısı bile zarar olarak döndü.

Sistem şöyle: 360 milyon doların yüzde 35’i (126 milyon dolar) dayanışma payı olarak 18 kulübe eşit olarak paylaştırılır. Yüzde 45’lik performans payı (162 milyon dolar) 306 maç sayısına bölünüp galibiyete tam, beraberliğe yarım olarak dağıtılırken, yüzde 9’u da (32.4 milyon dolar) sezon sonu ligi ilk 6 içinde bitiren kulüpler arasında paylaşılır. 2008’de yapılan düzenlemeyle yüzde 11 (bu sezon için 39.6 milyon) şampiyonluk sayılarına oranla dağıtılır. 2008’de eklenen düzenlemenin 6.sı olmakla övündüğümüz yayın gelirleri sıralamasında üstümüzdeki 5 major ligde uygulanmadığının dikkatini çekerim. İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya ve Almanya bugünün yayın gelirlerini dağıtırken takımların 1960’larda, 70’lerde, 80’lerde, 90’larda hatta 2000’lerde ne kadar başarılı olduğu ile ilgili bir pay ayırmamışlar. Bu parlak fikir sadece bizde var. Performansa dayalı başarı Almanya’da uygulanıyor. Bundesliga’da yayın gelirlerin %25’lik kısmı takımların son 3 sezon sergiledikleri performanslara gore dağıtılıyor. Eğer bizim gibi tüm tarihi değerlendirselerdi Bayern Münih obez olurdu. Fransızlar gelirlerin %83’ünü eşit paylaştırırken, %10 sezonluk performansa, kalan %7 ise hafta sonu yayınlanan maçlara ve takımların reyting oranına gore dağıtılıyor. Eğer Almanlar gibi son sezonları değerlendirselerdi 2002-2008 arası şampiyonlukları kimseye kaptırmayan O.Lyon’a kepçeyle para dökmek zorunda kalırlardı. Kısaca her ülke / federasyon reyting ve büyüklerin hakkını vermekte ama onların kopup gitmesine izin vermemektedir. En azından vermemeye çalışmaktadır.

Buradan Avrupa’da adaletli dağılım olduğu düşüncesi çıkmasın. Orada da sorunlar var. Bize kıyasla daha adil olmaları, adalete kıyasla adil olmalarını sağlamıyor. 2 büyük uygulamasında dünya lideri konumundaki İspanya dahi artık bu durumdan rahatsız. Geçtiğimiz sezon Sevilla-Levante maçı yayıncı kuruluş La Sexta’nın talebiyle ertelendi. Sebebi; Real Madrid-Barselona maçı sonrası, Guardiola ve Mourinho’nun basın toplantısının uzaması! 2 büyüğün hocaları daha çok sözcük sarfedebilsin diye stattaki onbinler, televizyon başındaki yüzbinler bekledi. Videonun 40. saniyesi diğerlerinin el clasicocular hakkındaki düşüncesini özetliyor. Çok reyting = çok kazanç “adil” görünebilir, ancak herkes parasını alıp evlere dağılmıyor. Teknik direktörlerinin konuşması dahi diğer kulüplerden ve maçlardan daha önemli hale gelebiliyor. Reyting ve kazancı doğru orantıyla düğümleyip adalet sunanlar, çok kazancın (ve tabii ki kazananların) mecbur bıraktığı haksız ve adaletsiz yaptırımlara ses çıkar(a)mıyorlar.

Şampiyonluk sayılarının gelir kapısı edildiği 2008’de Aziz Yıldırım’ın baskısı (havuzdan çıkma söylemi, kulüpler birliğinden ayrılma tehdidi, sonrasında başkanı oluşu) ve Galatasaray’ın yüksek desteğiyle yayın gelirleri 3’e değil 2’ye ağırlıklı bölünmeye başladığında, Yıldırım Demirören’in başkan olduğu Beşiktaş’ın yayın gelirleri %43 oranında düşüyordu. Bu lezzetli pay, ağırlıklı olarak Galatasaray ve Fenerbahçe’nin midesine gitmeye başladı. Ortak olmak için şampiyonluk sayısını arttırmak gerekiyordu. Şampiyonluk sayısı konusunda rekabet için para gerekiyor. 2008’den sonraki 3 yıl Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe birer kez şampiyon oldu. Ancak aynı şampiyonluk Beşiktaş için daha az para etti. Sivas rüyası ya da Bursa mucizesi bu nedenle devamlı hale gelemedi. Trabzonspor yıldızlarını, onlara İstanbul kadar para veremediği için elinde tutamadı. Bugün Beşiktaş da artık bu değirmenin içine girdi. İçinde bulunduğu durum kadar, sistem de buna müsait halde. Zaten içinde bulunduğu durumun sebebi neydi? Türkiye’deki sistem ne kadar başarılı olursanız olun, bu başarıyı 10 yıl sürdüremediğiniz sürece (ki böyle bir performansı düşük reytingli bir takımın sürdürmesine piyasa şartları nedeniyle izin verilmez) sizi 2 büyüğün arkasında kalmaya mahkum etmiştir. Daha maçlar oynananmadan, sezonlar başlamadan fermanlar hazır ve imzalıdır.

Geçtiğimiz ay kulüpler birliğinde yapılan toplantı 3. dünya ülkesi meclislerini aratmadı. Çetin kavgalar patladı. İlhan Cavcav “Parayı paylaşmazsanız çekiliriz” derken 4 büyükler elbette “paylaşmayız” dediler. Benim dikkatimi çeken Trabzonspor’un temsilcisi Nevzat Aydın’ın sözleriydi: “Galatasaray ile Fenerbahçe’nin pastadan en büyük pay almaları normal. Onların reytingleri ve seyircileri fazla, paralarını nasıl kesersiniz!” Türkiye’nin en büyük kulüplerinden biri, diğerlerinin, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın, haklarını savunmak zorunda kalıyordu. Öncesinde Beşiktaş eski başkanının Fenerbahçemiz’e sahip çıkması da keza manidardı. Zaman ilerledikçe Beşiktaş’ın (ve Trabzonspor’un) Fenerbahçe ve Galatasaray’ın hakları konusuda daha duyarlı olduğunu izleyeceğiz. Çünkü zaman ilerledikçe daha fazla kazanan, daha fazla harcayan ve yine daha fazla kazanan bu iki kulüp olacak. Her ne kadar vicdan, adalet yahut idealist fikirler (ki bunların hepsinin yanındayım) herkesin eşit olduğundan bahsetse de; daha çok güç, daha çok söz hakkı ve daha çok yaptırım demektir. Sadece Beşiktaş değil, diğer tüm kulüpler Fenerbahçe ve Galatasaray’ın iki dudağının arasına bakıyorlar ve bakacaklar. 


Bütün bunlar olurken Yıldırım Demirören Beşiktaşlı’ya dekoder almayı salık verdi. 3 temmuz vakasını toparlamak (işleyişi / düzeni devam ettirmek için) çok sevdiği, uğruna gözyaşı döktüğü Beşiktaş başkanlığından ayrıldı. Başkanı olduğu kulüp de iddianamenin içindeyken, bu konuda tek bir açıklama yapmadı, kulüp lehine tek bir söz söylemedi. Bugün Türk Futbolu şikesiz taklidi yapmaya devam ediyor. Süper Final kararı ile Digitürk’ün 110 milyon dolarlık zararı fazlasıyla karşılandı. Sistem ne istiyorsa, başkan o doğrultudan hiç sapmadı. Taraftarı sürekli ürün almamakla suçladı, hatta taraftar da birbirini suçladı. Ancak 5 senelik dilimde lisanslı ürün satışı 2 katına çıkarak Beşiktaş’ın sponsorluk gelirlerine yaklaştı ve gelir kaleminde 2. sırada. Geçtiğimiz sezon yaklaşık 33 milyon lira bırakmış taraftar kulübüne daha ne yapsın? Ayrıca Yıldırım Demirören Türk futbolunun marka değeri diye piyasaya servis edilen jargonunun aslında ticari değeri olduğunu elbette bilir. Marka değerinden kat kat yüksek, şişirme bir rakamla bu çarkın dönmeyeceğini öngörmesi gerekmez miydi? Kaldı ki yayın gelirlerinin çılgınca artmasının Türk Futbolu açısından sürdürülebilir olması şüphesini bir kenara koyun, bu durum Galatasaray-Fenerbahçe ile Beşiktaş’ın arasındaki ekonomik uçurumu açar. İşleyişin devamlılığını istemek Beşiktaş’ın 3. büyük olmasının altına imza atmak demektir. Temelde aynı şeydir.

Bu durumun öngörülemeyeceğine ben inan(a)mıyorum.

1996’da 7 milyon dolarla başlayan yayın gelirleri 15 yılda 50 katına çıkarak tek rakibinin Zimbabve enflasyonu olduğunu cihana gösterdi. Medya bu artışı, gelişme olarak adlandırdı ve sevindi. 

Türkiye’deki havuzun once 2 sonra 4 büyüğün kabadayılık yapabildiği oyun parkı olmaktan çıkması aslında birçok sorunu çözer. Futbolumuzun çıkmayan lekelerini 5 yıl Avrupa’ya gitmeyivererek örtbas etmeye çalışan cesur, kararlı ve zeki insanların yayın haklarında adalet konusuna Fransız kalmalarını değil Fransız olmalarını isterdim. Gelirlerin %80’inin eşit dağıtıldığı bir düzende zaten ana konumuz dahil bir çok sorunumuzun kendiliğinden çözüldüğünü göreceğiz. Oradan tasarruf ettiğimiz akıl ve enerjiyi kalan sorunlar için kullanabiliriz. 

Beşiktaş’ın az (2008’den sonra daha da az) kazanmasının sebebi reyting yapmaması olarak gösteriliyor. Beşiktaş reyting yaptığında da insanlar ekmeklerinden oluyor. İki kutuplu dünya Beşiktaş’a iki ucu aynı sonucu veren bir değnek sunuyor. İstediği ve söylediği net: 10 senede 1 bilemedin 2 şampiyonluk yeter. İşçisin sen işçi kal. 

Yakup Sabri İNANKUR


2 yorum:

  1. bugün ntv spor'un sitesinde sizin daha önceki yazınızda belirttiğiniz geçtiğimiz sezonları hep deplasmanlarda bitirdiğimiz ile ilgili bir haber vardı. sizin yazdıklarınıza ek olarak BJK son 11 sezonda 10 kez açılış maçlarını dış sahada oynamış .bu sezon da aynı şey olacak. bence fikstür çekme sisteminin irdelenmesi gerekiyor hem de acilen.geçen sezon da süper final'de son maç fb-gs derbisi olmuştu. belki de hepsi tesadüften ibarettir ne dersiniz :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Doğru açılış maçlarında da öyle bir durum var. Fikstür ile ilgili o kadar fazla gariplik var ki (sadece Beşiktaş için değil) o konuyu çok uzatmak istemedim. Son 5 sezonun 3'ünde Fenerbahçe ve Trabzonspor son maçlarda karşı karşıya geldi. Galatasaray Beşiktaş'a ters bir durum olarak son maçları hep içeride oynuyor. Dediğiniz gibi binde bir, pardon beşbinde bir, olsa da bunlar belki tesadüftür. Zaten onların yaptığı herşey ya tesadüf ya da hata. Fesat olan biziz :)

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...